Logo

Sanat mı, Zanaat mı?

Menü
nedir.top / Konular / Sanat Nedir? Zanaat Nedir? Ana Sayfa Sayfa Hakkında Konular İletişim

Sanat ve Zanaat Nedir?

Sanat-Zanaat Genel anlamda sanat ya da zanaat, bir işi ustası, “ehli” gibi yapma çabası ve bu çaba sonunda da beğeni ile karşılanacak bir ürün verme becerisidir. Zanaat, insanın maddi gereksinimlerini karşılamak için yapılan, öğrenimle birlikte deneyim, beceri ve ustalık gerektiren iş olarak da tanımlanabilir. Bu tanım gereğince, herhangi bir kimsenin usta işi diye kabul ettiği, ortaya çıkan nesnenin ya da ürünün de ustanınkine benzediği ve adına sanat dediği her şey sanattır.

Zanaat, insanın maddi gereksinimlerini karşılamak için yapılan, öğrenimle birlikte deneyim, beceri ve ustalık gerektiren iş olarak da tanımlanabilir.

Bu tutum-davranış olabileceği gibi, eser de olabilir, yaşam tarzı, yaşama bakış da olabilir. Futbol sanatı, politika sanatı, güzel konuşma sanatı gibi...

Genel anlamındaki sanat durağandır, gelişime açık değildir, klişedir, kolay kolay değişmez, çünkü usta değişmez. Esas ilkesi renkler ve zevkler tartışılmazdır. Eleştiri yoktur. Böylece ağdalı bir durağanlık taşır. Öte yandan bu anlamıyla bile, yani genel anlamıyla bile sanat sıradanlığın, gündelik yaşamın dar kalıplarının ötesine çıkmayı gerektirir çünkü yapılan işin beğeni kazanacak kadar iyi yapılması söz konusudur.

Özel anlamda sanatı tanımlamak ise bu kadar yalın ya da kolay değildir. Özel anlamda sanat ya da modern sanat kavramı, Aydınlanma sonrası, sanayileşen kapitalizmle ve çağdaş demokrasinin güncel biçimlerini kazanmaya başladı-ğı bir dönemde elde edilen bireysel hak ve özgürlüklerle birlikte ortaya çıkmış bir kavramdır.

Özel anlamda sanat söz konusu olduğunda, sanat eseri denildiğinde anlaşılan şey bir yaratıcıya (sanatçı) bağlı, onun kendine özgü tekniğini, üslubunu, dünya görüşünü, insan anlayışını imleyen; özgün, tek (biricik) ve yeni bir üründür. Özel anlamda sanatta “usta” diye birisi yoktur, dolayısıyla ustanın yaptığı gibi yapmaya çalışma kaygısı da yoktur. Usta olmadığı için her yapıt yapımcısının (sanatçının) adına bağlı kalır. Genel anlamda sanat ustasının koyduğu kuralı izlerken, özel anlamda sanat kendi kuralını kendisi koyar. Genel anlamdaki sanatta beceri öncelikli ve önemliyken, özel anlamdaki sanatta önce yaratıcılık, ardından teknik beceri sahibi olmak önemlidir. Genel anlamdaki sanatta önemli olan ustayı en iyi şekilde taklit etmek iken, özel anlamda sanatta önemli olan taklitteki başarı değil, tamamen özgün olmak, yeni ve özgün bir eser ortaya koymaktır. Genel anlamdaki sanat ile özel anlamdaki sanat arasındaki bir başka önemli ayrım da genel anlamda sanatın hizmet ya da ticaret amacı gütmesidir. Başka bir deyişle genel anlamda sanat belirli bir talebi karşılamak amacıyla üretilir. Özel anlamda sanat ise talep kaygısıyla üretilmez. Bu ise bizi, talebe göre üretilen sanata değil, arz yaratabilen sanata götürür. Yani “nabza göre şerbet veren” sanata değil, toplumun önünü açan, toplumu kültürel açıdan geliştirebilen ve yönlendirebilen sanata giden yolu açar.

Sanatın İşlevi Nedir?

Bir nesneyi, olguyu ya da durumu belirleyen, o olgunun, nesnenin ya da durumun, kısaca o şeyin gördüğü iştir, işlevi ya da iş görüsüdür. Nesnenin özü, kullanımından doğar. Öyleyse sanatın ne olduğu sorusuna, özü nedir sorusuna verilecek yanıt, onun kullanımına, işlevine bakılarak verilebilir. Sanatın tanımı, özü nedir sorusu, böylece sanatın işlevi, iş görüsü nedir sorusuna dönüşür. Ayrıca sanatın işlevi bulunabilir ise bu işlevden yola çıkarak neyin sanat olup neyin olmadığına ilişkin değer ölçütleri, değerlendirme ölçütleri de elde edilebilir.

Bir örnekle açıklamak istersek, baltanın işlevi odun kesmek, parçalamaktır. Öyleyse bir baltayı iyi yapan ölçütler, nitelikler o baltanın sağlam olması, ele iyi oturması ve keskin olmasıdır. Odun kesmek ve parçalamak baltanın birincil işlevidir. Ancak nesnenin birincil işlevi ortadan kalkarsa, o nesne ikincil bir işlev, ikincil bir kullanım kazanabilir. Baltanın birincil işlevi odun kesmektir ama balta adam öldürmek için de kullanılabilir. Bu amaçla kullanılırsa balta savcı için bir suç delili olacak ve delil olarak kullanılacaktır. Baltanın delil olarak kullanılması onun ikinci dereceden işlevidir. Ne var ki, bu çok işlevlilik hali baltanın asıl işlevini ortadan kaldırmaz. Bir nesnenin, asıl işlevi ya da birincil işlevi, o nesnenin belli bir işlevi diğer sınıflara ait nesnelerden daha iyi yapabilmesidir.

Öyleyse, şimdi soru şu olmalıdır: Sanatın birinci dereceden işlevi nedir? Yalnız ve yalnız sanatın yapabildiği, başka hiçbir şeyin sanat kadar iyi yapamadığı, yapamayacağı o şey nedir, ne olabilir? Bunu bulabilirsek, sanatın sonradan ortaya çıkan işlevlerini de belki ayırt edebiliriz.

Sanatın işlevi ya da işlevleri konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sanatın asıl işlevinin insana haz vermek olduğunu savunanlar olduğu gibi, bilgi vermek, öykü anlatmak ya da insan ruhunu kötü eğilimlerden arındırmak olduğunu savunanlar da vardır. Sanatın öncelikli işlevi insana haz vermek, onda mutluluk duygusu uyandırmak olsaydı sanatla ilgilenenler yalnızca mutsuz insanlar olurdu. Benzer şekilde sanatın asıl işlevi bilgi vermek de olamaz çünkü bu işi, yani bilgi verme işini bilim ve felsefe sanattan daha iyi yapar. İnsan ruhunu kötü ya da zararlı eğilimlerden arındırmak ise günümüzde sanatın değil psikolojinin ve psikiyatri biliminin işidir. Sanatın öncelikli işlevi öykü anlatmak ya da insanların öykü dinlemeye duydukları gereksinimi gidermek de olamaz çünkü hiçbir öykü anlatmayan sanat eserleri de vardır. Öte yandan sanat bu işlevlerin hepsini yerine getirmeyi başarabilir de... Yani bir öykü anlatabilir, bilim ve felsefeden farklı olsa da bilgi verebilir, insan ruhu üzerinde sağaltıcı etki sağlayabilir ve haz duygusu uyandırabilir. Fakat bunların hiç biri sanatın öncelikli işlevi değildir. Başka deyişle, yukarıdaki işlevlerin tümü sanatın ikincil işlevleridir.

Sanatın öncelikli işlevi, insanı anlamak ve anlatmaya çalışmaktır. Sanatın öncelikli işlevi, dünyayı, yaşamı, insanı ve insan yaşamını yeni bir açıdan görme, idrak etme, yorumlama ve değerlendirme biçimi sunmasıdır da denebilir. Ülkemizin değerli düşünürlerinden biri olan Nermi Uygur (1925-2005)’un deyişiyle “Sanat, insana kendisini öğretendir.” Ya da ünlü Fransız filozof ve sanatçı Jean Paul Sartre (1905-1980)’ın deyişiyle “Sanat, dünyayı, özellikle de insanı öteki insanlara gösterendir.” Dil içindeki her dil (beden dili, kimya-matematik dili, spor dili vb.) belli bir “bilgi” alanını bulgular, betimlerken sanatın dili de sürekli değişen “insanlık durumu” nu dile getirir. “İnsanla ilişkisi dışında bir dünya bilmiyoruz; bu ilişkinin izinden başka bir şey olan bir sanat da istemiyoruz.” diyen Goethe’nin dile getirmek istediği şey de aynı “insanlık durumu” dur. Öte yandan insanın durumu, insanlık durumu sürekli değişim hâlinde olduğu içindir ki sanatın da kendisiyle hep aynı kalan, hiç değişmeyen bir özü olduğu söylenemez. Goethe (1749-1832)’nin “Sanatta da hayatta olduğu gibi oluşumu bitmiş bir şey yaşamaz, hareket hâlinde, sürekli oluşum hâlinde bir sonsuzluk vardır.” derken dile getirdiği şeyin bu sürekli değişim olduğu söylenebilir.

Sanatın öncelikli işlevi, insanı anlamak ve anlatmaya çalışmaktır. Sanatın öncelikli işlevi, dünyayı, yaşamı, insanı ve insan yaşamını yeni bir açıdan görme, idrak etme, yorumlama ve değerlendirme biçimi sunmasıdır da denebilir.

Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Bilim ve felsefe de insanı, yaşamı anlamaya, açıklamaya çalışmıyor mu? Hiç kuşkusuz bilim ve felsefe de yaşamı, insanı anlamak, açıklamak için uğraş veriyor. Ancak felsefeden ve bilimden farklı olarak, insanı bir “bütün” olarak dile getirebilen tek dil, sanatın dilidir.

Felsefede insan ve insana ait anlam dünyası ancak kavram olarak, kavram düzeyinde yer alır. Sanattan farklı olarak bilim de mevcut nesnenin sınırlandırılmış belirli bir alanını kendisine nesne yapar. Fizik mevcut nesnenin fiziksel yönüyle, kimya kimyasıyla ilgilenir. Sosyoloji, insanı toplumsal bir varlık olarak ele alır ve inceler. Psikoloji, insan davranışları ve bu davranışın ardındaki psişik süreçlerle kendini sınırlar. Sanatçı ise mevcut nesnenin şu ya da bu bölümünün sınırları içinde kalmak zorunda değildir. Sanatçı kendisine konu olarak neyi seçerse seçsin (canlı ya da cansız doğa), odağa insanı, insanın anlam dünyasını alır, insan ile arada bir bağ kurar ve bir yaşantıya ya da yaşantı olanağına işaret eder, onu gösterir, duyumsatır. Örneğin bir martıyı anlatırken ya da resmederken, insanın özgürlüğüne ilişkin yaşantı olanağını gösterir. Franz Kafka (1883-1924)’nın “Dönüşüm” adlı eserinde olduğu gibi insanın bir böceğe dönüşmesini anlatırken yaşantı olarak sunduğu şey, insanın kendisine ve çevresine yabancılaşması sorunudur.

Sanatçı zaman ve mekânda gerçekleşmesi olanaksız olanı da araç olarak kullanabilir. Bilim, insanın evrimsel gelişiminde böceğe dönüşeceğini söyleyemez. Bilim adamı nesnesiyle bağ kurarken, onun bu etkinliğinin odağında insana ilişkin yaşantı olanakları yer almaz.

Sanatın ve bilimin gerçeklikteki mevcut nesne ile kurduğu bağ da farklıdır. Bilim adamı mevcut nesne ile arasında bağ kurup onu kendi zihinsel nesnesine dönüştürürken nesneyi ne ise o olarak algılayıp kavramaya çalışır. Nesneyi ne ise o olarak algılayıp kavramasını engelleyecek şeyleri ise (inanç, kanı, kişisel tutum, kimi özel istekleri vb.) parantez içine alması ya da dışarıda bırakması gerekir. Sanatçının ise mevcut nesnesine yaklaşımı ve onu kendi zihinsel nesnesine dönüştürmesi öznel dünyasından (yani dünya görüşü, yaşamı ve insanı algılayışı, anlamlandırışı vb.) ayrı düşünülemez. Sanatçı için mevcut nesne “ne ise o” değil, bir olanaktır.

Sanat Eserinin Belirleyici Nitelikleri

İnsan, kimse inemedi senin uçurumuna.” diyen Fransız şair Charles Baudelaire (1821-1867)’in de duyurduğu gibi sanatın işlevini yerine getirebilmesi, yani insanı anlayıp, anlatabilmesi; yaşama ve insana ilişkin yeni bir bakış açısı sunabilmesi çok zorlu bir uğraşı gerektirir. Bu uğraşla birlikte ve bu çabanın sonucunda ortaya çıkan sanat eserinin söz konusu işlevi yerine getirebilmesi için taşıması gereken bazı temel nitelikler vardır. Bu nitelikler, o sanat eserinin öncelikle bir estetik yaşantı sunabilmesi, bir iletisinin olması, çokanlamlılığı, kurmaca olması (yapıntı, fiction), biricikliği (unique) ve organik bütünlük taşıması olarak sıralanabilir.

Bir eserin, sanat eseri olarak kabul edilebilmesi için bazı özelliklere sahip olması gerekiyor; eserin estetik yaşantı sunabilmesi, bir iletisinin olması, çokanlamlılığı, kurmaca olması, biricikliği ve organik bütünlük taşıması gerekiyor.

Estetik Yaşantı

Her sanat eseri aynı zamanda bir estetik nesnedir. Eğer karşımızdaki nesne bir sanat eseri ise bizde öncelikle bir estetik yaşantı ya da haz, ardından da bir estetik kaygı uyandıracaktır. Sanat eserleri karşımıza öncelikle biçim (form) ve biçem (üslup) olarak çıkan nesnelerdir. Bu nedenledir ki, sanatın dili de öncelikle biçimlerin ve biçemlerin dilidir. Öte yandan sanatın alanı “güzel”in, güzelliğin, kısaca estetiğin alanı olduğu içindir ki, sanat eserinin söz konusu biçimi ve biçemi de estetik olmak zorundadır. Resim, müzik, sinema, tiyatro, edebiyat, mimari vb. her sanat dalı kullandığı gereci (ses, renk, görüntü, sözcük vb.) kendine özgü estetik yetkinliğe ulaştırmakla sorumludur.

Her sanat eseri, o eseri algılayan da (okur, dinleyici, izleyici vb.) bir estetik yaşantı uyandırmak zorundadır. Ancak burada dikkat edilmesi ya da bilinmesi gereken önemli bir nokta da tek başına estetiğin bir sanat eserini başarılı ya da değerli kılmaya yeterli olmayabileceğidir. Ünlü Alman sanatçı Bertolt Brecht (1898-1956) de estetiğin tek başına sanat eserinin niteliğini belirlemeye yetmeyeceğini şu sözleriyle vurgular:

Bir yapıtın estetik değerini saptamaya yönelik ölçütlerin, yerini o yapıtın kullanım değerini saptamaya yönelik ölçütlere bırakması gerekiyor. Yani bir yapıtın biçimi konusunda bir yargıya varırken şu soruyu sormak gerekir: Kime yarayacak bu? İçinde yaşadığımız durum öyle ki, estetik bakımdan parlak bir yapıt düzmece nitelik taşıyıp gerçeği yansıtmayabiliyor. Güzel’e bundan böyle gerçek diye bakmaktan kendimizi alıkoymalıyız, çünkü gerçek olanın güzel olarak algılanabilmesi artık söz konusu değil. Güzel’i düpedüz kuşkuyla karşılamamız gerekiyor.”

Sanatın alanındaki “güzeli kuşkuyla karşılamak” demek, yalnızca biçimsel-biçemsel estetikle yetinmeyip, o estetiğin ardındaki anlamı da sorgulamak demektir. Sanatın dilinde nasıl anlatıldığı kadar ne anlatıldığı, ne söylendiği de önemlidir. Başka bir deyişle, her sanat eserinin bir iletisi olması gerekir.

İleti
Jean Paul Sartre Fransız filozof ve sanatçı Jean Paul Sartre (1905-1980) “Edebiyat Nedir?” adlı kitabında yalnızca edebiyatın ne olduğunu sorgulamakla kalmaz, daha genel olarak sanatın da ne olduğunu ya da olması gerektiğini sorgular. Sartre’a göre sanatçı belli bir konuyu anlatmayı seçtiği için değil, anlatmayı seçtiği konuyu belli bir biçimde anlattığı, anlatabildiği için sanatçı sıfatını hak eder. Ancak bu durum sanatçının anlatmayı seçtiği konunun, dolayısıyla eserinin içeriğinin önemsiz ya da boş olmasını da gerektirmez. Sartre bu konuya örnek olarak, savaş yıllarında insanların ağzından bir tek adres ya da telefon numarası alabilmek için esirlere yapılan işkenceleri bize hatırlatır. Ne söylendiği, ne anlatıldığı önemlidir. Sanatçı, sanatçı olmasının yanı sıra “aydın” kimliğiyle, nasıl anlattığı kadar ne anlattığından da sorumludur, sorumluluk duyacak bilince sahip olmalıdır. Sanatın dilinin öncelikle biçimlerin dili olması hiçbir şekilde biçimin ardında ya da içinde düşünce olmadığı, olmaması gerektiği anlamına gelmez. Nasıl ki, hiçbir şey söylemeyen bir dil, dil olarak görülemez ise yalnızca biçimlerden oluşan bir sanat dili de düşünülemez.

Sanatçı belli bir konuyu anlatmayı seçtiği için değil, anlatmayı seçtiği konuyu belli bir biçimde anlattığı, anlatabildiği için sanatçı sıfatını hak eder!

Sanat eseri ile anlatılmak istenen o eserin iletisi ya da iletileri olarak adlandırılır. Ancak eser ile verilmek istenen ileti doğrudan veya çok fazla öne çıkacak şekilde verilirse ortaya sanat değil propaganda çıkma tehlikesi her zaman vardır ve sanatçı bu tehlikenin farkında olmalıdır. Sanatın dili doğrudan değil dolaylı bir dildir; ima eder ve sezdirir. Eğer sanatçı söylemek istediğini doğrudan söylerse ortaya tarih, psikoloji, sosyoloji vb. çıkar fakat sanat eseri çıkmaz. Bu nedenledir ki, Karl Marx (1818-1883), sanat eserindeki iletileri bir şiltedeki yaylara benzetir ve ekler “Eğer ileti çok açık olursa bu tıpkı şilteden fırlayan yaylar gibi insanı rahatsız eder.” Yahya Kemal’e göre ise şiir, dolayısıyla sanat, düşünceyi (fikri, iletiyi) duygu haline getirene kadar yoğurmaktır. Başka bir deyişle, bir sanat eserinin iletisi ya da iletileri o esere tamamen yedirilinceye, eserle tamamen kaynaşıncaya kadar yoğrulmalıdır.

Eser ile verilmek istenen ileti doğrudan veya çok fazla öne çıkacak şekilde verilirse ortaya sanat değil propaganda çıkar.

Çokanlamlılık
Bir yolun üzerinde dilenen adamın boynunda “doğuştan kör” yazısı asılıdır. Şair dilenciye para verir ve sorar: “Günde ne kadar kazanıyorsun?” Dilenci “Günde en fazla 10 lira kadar.” diye yanıtlar. Bunun üzerine şair eline kalemi alır ve dilencinin boynundaki yazıyı ters çevirerek “Doğuştan kör” yazısı yerine “Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim.” yazar ve dilenciye ne yazdığını söylemez. Yalnızca yazıyı değiştirmemesini, birkaç gün sonra tekrar gelip ne kadar kazandığını soracağını söyler. Dediği gibi birkaç gün sonra gelir ve ne kadar kazandığını sorar. Dilenci eskiye oranla kat kat fazla kazandığını ve yazdığı şey için şaire minnet duyduğunu söyler. “Doğuştan kör” yerine “Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim.” demek, sanatın dilinde çokanlamlılığın gücüne, etkisine güzel bir örnek olarak değerlendirilebilir.

Çokanlamlılık, bir gösterenin temel anlamını yitirmeden, çeşitli yollardan, temel anlamıyla mutlaka ilişkisi olan yeni kavramlar anlatır duruma gelmesidir. Bir başka deyişle, birçok gösterilen bir tek gösterene göndermede bulunursa o zaman çokanlamlılık söz konusudur. Örneğin, “ekmek” sözcüğü bir gösterendir. “Bir ekmek al da gel.” cümlesi içinde bu gösterenin belirli ve tek bir anlamı vardır: Bakkalda ya da fırında satılan ekmek. Aynı gösteren, yani ekmek sözcüğü bir şiirin içinde şu şekilde geçebilir:

Babamdı, sakalıydı babamın
Bir akşam göle batırdı
Çıkmamak üzere bir daha
Hepsi de ekmek kokardı
Sayısı unutulan parmaklarının.

Bu dizeler içindeki ekmek sözcüğü temel anlamını yitirmeden, yani bildiğimiz ekmek anlamını yitirmeden bir başka anlam daha kazanmıştır ki, o anlam da “emek” ile, babanın emeği ile ilişkilidir.

Çokanlamlılık, bir gösterenin temel anlamını yitirmeden, çeşitli yollardan, temel anlamıyla mutlaka ilişkisi olan yeni kavramlar anlatır duruma gelmesidir.

Kurmaca (Yapıntı, Fiction)
Sanat eserlerinin en temel niteliklerinden birisi de kurmaca olmalarıdır. Günlük konuşmalarda kimi zaman “Bu dediğin ancak romanlarda olur.” gibi bir ifadeyle karşılaşırız. Çoğu zaman küçültücü bir anlam taşıyan bu ifade denilen o şey her ne ise onun gerçek olamayacağını belirtmesinin yanı sıra, romanların “uyduruk” şeyler olduğunu da imler. Romanın, dolayısıyla sanat eserinin “uydurma” olduğu doğrudur ancak “uyduruk” değildir. Sanatın uydurma olması onun kurmaca olmasıyla eş anlamlıdır. Ancak sanatın uydurma ya da kurmaca olması demek sanat eserinin gerçeklikle, hakikatle hiçbir ilişkisi yoktur demek değildir. Tam tersine sanat eserinin kurmaca olan dünyası, içinde bulunduğu çağın, toplumun hakikatiyle, gerçeği ile yoğrulan bir dünyadır. Sanat, kurmaca olma niteliğiyle “var olan” ile yetinmeyen, “olabilecek” olan bir dünyayı dile getirir. Olan ile yetinmeyip olabilecek olanı düşlemek aynı zamanda insana daha yaraşır, daha güzel, daha adaletli, daha erdemli bir dünyanın yol göstericisi de olabilir. Dolayısıyla, insan belki de yalnızca ve yalnızca sanatın alanında, sanatın kurmaca dünyasında daha güzel bir yaşamı dile getirebilir ve ola ki dile getirdiği bu dünya gerçek dünyadaki çirkinliklerin, haksızlıkların bir nebze de olsa azaltılmasını sağlayabilir.

Sanat eserinin “uydurma” olduğu doğrudur ancak “uyduruk” değildir.

Yıldızların küme oluşturduğunu hayal etmek, aralarına yine hayal ürünü olan çizgiler çekerek bu kümeleri adlandırmak ilk bakışta gerçeğe nüfuz etmeyen, gerçeği değiştirmeyen şeyler olarak görülebilir. Oysa düşlemek, kurmaca bir dünya yaratmak gerçeğe, gökyüzüne bakan gözün değişmesidir. İnsan ancak gökyüzüne, gerçeğe bakan gözü değiştiği zaman aya ulaşmayı da arzular, hayal eder. Nihayetinde, düşlediğini gerçeğe dönüştürmeyi, aya ulaşmayı da başarır. Ona bu gücü veren sanatın kurmaca olma niteliğidir. Bu nedenledir ki, sanat, söylenmiş en güzel ve en doğru yalan olarak da adlandırılır.

Sanat, söylenmiş en güzel ve en doğru yalandır!

Biriciklik (Unique)
Sanat eserlerinin temel niteliklerinden bir başkası da her eserin tek, özgün, biricik olması ve sanatçısının adıyla anılmasıdır. Felsefede ya da bilimde ilerleme söz konusu iken sanatta benzer bir ilerlemeden söz edilemez. Söz gelimi, Newton yerçekimi kanununu bulmamış olsaydı bir başka bilim adamı bu kanunu bulacaktı. Oysa Dostoyevski “Karamazof Kardeşler”i yazmamış olsaydı bir başkası aynı romanı yazacaktı diyemeyiz. Benzer şekilde, bugünün yazarlarının bir Homeros’tan ya da Tolstoy’dan daha iyi ya da daha kötü olduklarını söylememiz de mümkün değil...

Sanat eserinin tekliği, özgünlüğü, biricikliğine ilişkin olarak bilinmesi gereken bir başka şey de, eserin baskı tekniğiyle çoğaltılmasının o eserin biricik olma özelliğini bozmayacağıdır.

Lev N. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı kaçıncı baskıyı yaparsa yapsın, ortada bir tek, özgün “Savaş ve Barış” romanı vardır. Benzer şekilde Leonardo da Vinci’nin “Mona Lisa” tablosunun reprodüksiyonları bu tablonun tek, biricik olma niteliğini bozamaz.

Bir sanat eserinin baskı yoluyla ya da teknolojinin olanaklarıyla çoğaltılması o sanat eserinin biricikliğini, tekliğini, özgünlüğünü bozmaz ya da yok etmez.

Organik Bütünlük
Organik bütünlük demek eserin bir başı ve sonu olması demek değildir. Organik bütünlük, o eseri oluşturan tüm öğelerin kendi arasında bir uyum, denge içinde olmaları anlamını taşır. Ayrıca sanat eserinin bütünlüğü her zaman kendisini oluşturan, bu bütünü oluşturan öğelerin yalın bir toplamından ya da birleşiminden daha fazlasını, daha fazla bir anlamı ifade eder. Sanat eserinde, söz konusu organik bütünlük iki satırda, iki dizede de kurulabilir, üç bin beş yüz sayfada da... Başka bir deyişle, eserin bütünlüğü bir nicelik değil nitelik sorunudur.

Organik bütünlük, sanat eserini oluşturan tüm öğelerin kendi arasında bir uyum, denge içinde olmaları demektir.